19 Haziran 2015 Cuma

5. İHTİYAR


İÇİNDEKİLER

HAVALE
SULH (ANLAŞMA)
SULHUN CAİZ OLUP OLMADIĞI DAVALAR
BORÇLARDAN  SULH
ORTAK ALACAKLARDA  SULH
ŞİRKETLER (ORTAKLIKLAR)
MALLARDA ORTAKLIK ŞU KISIMLARA AYRILIR
MUFAVEZE ORTAKLIĞI
ŞİRKET-İ İNAN
SANAYİ ORTAKLIĞI (İŞ ORTAKLIĞI)
VÜCÛH ORTAKLIĞI (İTİBAR ORTAKLIĞI)
MUDARABE ORTAKLIĞI
VEDÎ'A (EMANET BIRAKILAN MAL)
LAKÎT(SOKAĞA BIRAKILAN SAHİPSİZ ÇOCUK)
LUKATA (KAYBOLAN MAL)
ÂBIK (KAÇAN KÖLE)
MEFKÛD
(YAŞAYIP YAŞAMADIĞI BİLİNMEYEN KİMSE/GAİP)
HÜNSÂ
HÜNSÂ-İ MÜŞKİLİN HÜKÜMLERİ
VAKIF
HİBE (BAĞIŞ)
HİBEDEN DÖNMEK
UMRÂ VE RUKBÂ
İARE (ÖDÜNÇ VERME
ÖDÜNÇ VEREN
GASP ETMEK (ZORLA BİR ŞEY ALMAK)
GASBEDİLEN MALDAKİ ARTMA ÖDENİR Mİ?
OLÜ ARAZİYİ İHYA ETMEK
HAKKI ŞİRB(SULAMA HAKKI)
SULARIN ÇEŞİTLERİ
BÜYÜK NEHİR YATAKLARININ TEMİZLENMESİ
MÜZARAA (ZİRAAT ORTAKLIĞI)


"Allah kime hayır dilerse, onu dinde fakih kı­lar"    (Hadis)
Bismillâhirrahmanirrahîm

HAVALE [1]


1 -Havale, borçlarda caiz olup inallarda caiz değildir.
2 - Havale, muhîl (borçlu) in, muhtâl (alacaklı)nın ve havaleyi üzerine alan şahsın rızaları ile sahih olur.
3 - Havale akdi tamamlanınca borçlu (Z) borçtan kurtulmuş olur. Artık borçlu ölse de alacaklı onun bıraktığı mirastan alacağını alamaz. Fakat hakkının zayi olmasından korkarsa borçlunun mirasçılarından veya borçlularından bir kefil alır.
4 - Borcu kabullenen (muhalün aleyh) iflâs (SM) etmiş olarak ölür veya havaleyi inkâr eder (F) de alacaklının bir delili bulunmazsa, alacaklı alacağını esas borçludan ister. Bu iki durum olmadıkça ondan isteyemez.
5 - Borcu üzerine alan, asıl borçludan, ödemiş olduğu parayı ister ve borçlu da "Ben sendeki alacağım karşılığında onu sana havale ettim" derse delilsiz kabul edilmez.
6 - Eğer borçlu, alacaklıdan havale ettiği şeyi ister ve alacaklı da, "Sen beni sende olan alacağımı almam için havale ettin" derse, bu söz şa­hitsiz kabul edilmez.

SULH (ANLAŞMA) [2]


7 - Sulh üç şekilde olur:
1) Davalının üzerindeki hakkı ikrar etmesi,
2) Davacının iddiası karşısında davalının susması (P).
3) İddia edileni, davalının inkâr etmesi ile olur, (F).
8 - Eğer sulh, mal karşılığında mal vermek sureti ile ve davalının da ikrarı üzere meydana gelmişse bu anlaşma alış-veriş hükmünde olur. Eğer bu ikrara dayanan anlaşma, mal karşılığında menfaat sağlamak üzere meydana gelmişse, bunda kira hükümleri cereyan eder.
9 - Dava konusu olan şeyin bir kısmı veya tamamı bir başkası tara­fından hak kazanılarak alınsa sulh bedelinin o nispette tamamı veya bir kısmı geri verilir.
10 - Sulh bedeli olan malın (davalının davacıya ödediği malın) ta­mamı veya bir kısmı başkası tarafından hak kazanılarak alınsa, davacı, elinden çıkan mal nispetinde davalıya döner.
11 - Davalının hakkı inkârı veya susmasından dolayı meydana ge­len sulh, davacı hakkında muaveze  (karşılıklı bedel alıp vermek)dir. Davalı için ise yeminden kurtulmaktır.
12 - Davacıdan sulh bedelinin tamamı veya bir kısmı başkası tara­fından hak edilerek alınsa, davacı da bedelin tamamı veya bir kısmı için davalıya karşı dava açar.
13 - Dava konusu olan mala bir başkası sahip çıkıp alırsa, sulh be­deli tamamen geri verilir. Bir kısmının sahibi çıkarsa, bedelden, o kısma isabet eden miktarı geri iade edilir ve hakkında dava açılır.
14 - Sulh bedelinin teslim edilmeden önce helak olmasında yukarıdaki her iki bölümde de ona başkası tarafından hak kazanılmış olmanın hükümleri gibi hükümler cereyan eder.
15 - Meçhul olan bir maldan sulh olmak caizdir (F). Fakat sulh be­delinin mutlaka belli olması lâzımdır.

16 - Sulhun Caiz Olup Olmadığı Davalar


1) Gerek kasten ve gerekse hataen işlenen cinayetlerden sulh ol­mak caizdir.
2) Had cezalarından sulh olmak caiz değildir.
3) Bir kadınla nikâhlı bulunduğunu iddia eden kimsenin bu iddiası­nı kadın inkâr etse ve sonra davayı bırakması için kadın onunla mal kar­şılığında sulh olsa caiz olur. Kendisi ile nikâhlı olduğunu ikrar etmesi için adamın bir mal karşılığında kadınla sulh olması da caizdir. Kadın nikâhlı olduğunu iddia etse de erkek onunla sulh olsa yine caiz olur.
4) Falan kimsenin kendisinin kölesi olduğunu iddia eden, sonra onunla bir mal karşılığında sulh olsa caiz olur. Fakat köle üzerinde velâ hakkı olmaz. İki kişi arasında ortak olan bir köleyi ortaklardan zengin olan taraf azad etse ve ortağı onunla kıymetinin yarısından fazlası ile sulh olsa caiz olmaz.
5) İnkâr eden davalının, yanında malı olduğunu ikrar etmesi için, davacının onunla bir mal karşılığında sulh olması caiz olur.
6) Fuzûlî  (davacı ve davalı dışında üçüncü bir şahıs) bir mal üzeri­ne sulh yapsa ve sulh bedeline kefil olsa veya onu teslim etse yahut "be­nim şu bin liram üzerine" diyerek (sulh bedelini kendi parasına izafe et­se) anlaşma sahih olur. Eğer "falanın bin lirası karşılığında sulh oldum" derse bu davalının iznine bağlı olur.

17 - Borçlardan Sulh


1) Bir kimse akit neticesinde borçlandırdığı şahıs ile alacağının bir kısmı üzerine sulh olsa bu, hakkının bir kısmını alıp geri kalanını da borçtan düşürmek olur. Bu karşılıklı alıp vermek (muaveze) muame­lesi değildir:
a) Borçlu ile bin liraya karşılık, beş yüz liraya sulh olsa caiz olur.    
b) Değeri yüksek paradan bin liraya karşılık, değeri düşük paradan beş yüz liraya anlaşmak da caizdir.
c) Hemen ödenmesi lâzım gelen borca karşılık aynı miktar borcu vadeye bağlayan anlaşma da caiz olur.
2) Peşin verilecek dirhem para yerine, tecilli dinar paraya sulh ol­mak caiz olmaz.
3) Bin siyah liraya karşılık, beş yüz beyaz (halis gümüş) liraya sulh olmak caiz olmaz.
4) Bin lira alacağı olan, borçlusuna: "Bana yarın borcunun beş yüz li­rasını öde, gerisini bağışlıyorum" der de borçlu da beş yüz lirayı ödemezse bin lira borç olduğu gibi kalır (S).

18 - Ortak Alacaklarda Sulh
1) İki ortaktan biri, kendi hissesi olan alacağına karşılık bir miktar kumaş alsa, diğer ortak muhayyer olur. İsterse ortağından almış olduğu kumaşın yarısını alır. Ancak ortağı alacağın dörtte birini kendisine ve­rirse, o zaman alamaz. İsterse de borçluyu takip edip alacağın yarısını alır.
2) Ortaklaşa sipariş (selem)te bulunan iki ortaktan biri sermaye­den kendi hissesine düşen miktardan anlaşma yapsa (diğer ortak razı olmadıkça) caiz olmaz.
3) Miras (terike) olarak kendilerine mal kalan mirasçılar içlerin­den birine az veya çok, bir mal verip onu aradan çıkarsalar caiz olur.
a) Miras olarak gümüş para kalır da ona altın para verirlerse veya bunun tersi olursa bu anlaşma yine sahih olur. Hem altın ve hem de gü­müş para miras kalmışsa, sulh bedeli olarak yine her ikisinden de veril­mesi sahihtir.
b) Miras, altın ve gümüş para ve maldan ibaret olsa, o vâris ile altın ve gümüşten biri üzerine anlaşmaya varsalar, ona bu cinsten kendi his­sesine isabet edecek olandan daha fazla vermek gerekir. Eğer, sulh bedeli, altın ve gümüş para yerine bir mal olursa caiz olur.
c) Ölüden, başkaları üzerindeki alacağı miras kalsa, mirasçılar da içlerinden birini o alacaklar sadece kendilerinin olması için sulh olup çı­karsalar caiz olmaz. Fakat onun hissesi kadar borçlulardan indirim ya­pılmasını şart koşarlarsa, o zaman caiz olur.

ŞİRKETLER  (ORTAKLIKLAR)

9 -Şirket [3] = (ortaklık) iki kısımdır
      1) Mülk ortaklığı
      2) Akit (sözleşmeden doğan) ortaklığı                               

Mülk ortaklığı da iki çeşittir:
a) Cebrî (ortakların fiilleri ile olmayıp başka sebepler ile meydana gelen) ortaklık,
b) İhtiyarî (ortakların fiilleri ile meydana gelen) ortaklık.
 Akit ortaklığı da iki çeşittir:
1) Mallarda ortaklık
2) İşlerde ortaklık


Mallarda ortaklık şu kısımlara ayrılır

a) Mufaveze:  ortakların sermaye ve kârdan hisseleri eşit olan or­taklık.
b) İnan ortaklığı:  Ortaklar arasında sermaye ve kâr bakımından eşitlik şart koşulmayan ortaklık.
c) Vücûh ortaklığı: Sermayesi olmayan, sadece itibare dayanarak iş yapan bir ortaklık.
d) Urûzda ortaklık.

İşlerde ortaklık (Şirket-i a'mal) da iki çeşittir:
a) Caiz olan ortaklık ki bu sanayi ortaklığıdır.
b) Fasid ortaklıktır ki, mubah olan malları elde etmek için kurul­muştur.


Mufaveze Ortaklığı
20 - Bu ortaklıkta ortaklar, tasarruflarında, borç alıp vermede (S) ve şirkete elverişli olan mallarda eşit haklara sahiptirler.
21 - Bu ortaklığın sahih olabilmesi için her iki ortağın da;
a) Hür,
b) Akıl-baliğ,
c) Müslüman olması gerekir. Veyahut da her iki ortağın Zımmî ol­ması lâzımdır.
22 - Mufaveze ortaklığı ancak akit yapılırken "Mufaveze" kelimesi­nin söylenmesi ile veya bu ortaklığın gerektirdiği bütün hususiyetler açıklanarak kurulur.
23 - Bu ortaklıkta malların teslim edilmesi ve her iki ortak malının birbirine karıştırılması şart değildir.
24 - Bu şirketi kuranlar birbirlerinin vekili ve kefili olurlar.
25 - Ortaklardan birinin aldığı mal şirket adına alınmış olur. An­cak aile ve çocuklarının ekmeği, katığı, giyecekleri ve ortağın kendi giye­ceği bu hükmün dışındadır.
26 - Ortaklardan birine mal satan kimse bedelini dilediğinden is­ter.
27 - Ortaklardan biri başkasının malına kefil olunca,  bu kefalet di­ğer ortağa da lâzım gelir (SM).28 - Ortaklardan birinin eline (hibe, vasiyet ve veraset gibi yollar­dan) ortaklığa elverişli bir mal geçerse Mufaveze ortaklığı İnan şirketine dönüşür, İnan ortaklığında ileriye sürülemeyen bir şartın ortadan kalkması yüzünden Mufaveze ortaklığının bozulduğu her yerde de yine or­taklık İnana döner.29 - Mufaveze ve İnan ortaklıkları ancak dirhem ve dinar paralarla ve çarşı-pazarda kullanılıyorsa, bu iki para cinsinin altın ve gümüş olan külçeleri ile ve diğer geçerli paralarla kurulur. Uruz [4] sermaye olmak üzere ortaklık kurmak sahih olmaz (F). Şu kadar var ki ortaklardan biri, kıymetleri denk olunca Uruz kabilinden olan malının yarısını diğerinin Uruz kabilinden malının yarısı karşılığında ona satar ve sonra da ortaklığı kurarlar, bu caizdir.


Şirket-i İnan


30 - Ortaklardan birinin sermaye olarak koyduğu mal diğerininkinden fazla olabilir. İkisi de ortaklık işinde çalıştıkları zaman bir tara­fın malındaki fazlalığa rağmen kâra eşit şekilde ortak olabilirler. Ya­hut ortaklık işinde çalışan için fazla kâr şartı konulabilir.
31 - Ortakların, sermaye olarak koydukları malları eşit olduğu halde, kâr ve zararın farklı dağıtımını şart koşmuşlarsa, kâr şarta göre, zarar ise sermayedeki mallarına göre taksim edilir.
32 - Şirket-i İnanda ortaklar birbirlerinin vekilidir; fakat birbirlerine kefil değillerdir.
33 - Dağlardan odun kesmek ve ot biçmek gibi vekâlet sahih olma­yan işlerde bu ortaklığı kurmak da sahih olmaz. Bu sahada kim ne topla­dı ise kendisinin olur. Biri diğerine yardım ederse ecr-i misil (emsalle­rine göre takdir edilen bir ücret) alır.
34 - Her hangi bir mal satın almadan önce ortaklardan her ikisinin veya sadece birinin sermayesi helak olsa ortaklık bâtıl olur.
35 - Ortaklardan biri kendi malı karşılığında bir şey satın aldıktan sonra diğer ortağın malı helak olsa, alınan mal aralarında ortaklığın şartlarına göre taksim edilir ve satın alan ortak malın bedelinden diğe­rinin hissesine düşen parayı ondan alır.
36 - Sermaye olarak konulan maldan biri helak olsa da, sonra or­taklardan biri, bir mal satın alsa, bu mal sadece malı kalan ortağın olur.
37 - Ortaklardan birisi için kârdan belirli bir miktar para almayı şart koşmak caiz değildir.
38 - Gerek Mufaveze ve gerekse Şirket-i İnan ortaklarından her bi­rinin vekil tayin etmek, kâr sermaye sahibine ait olmak üzere şirket ma­lından başkasına vermek, mudarebe ortaklığı kurmak, şirket malını bir kimseye emanet bırakmak ve çalıştırmak için bir işçi tutmak hakları vardır. Mufaveze ve Şirket-İ İnan ortaklarından her birinin elindeki şirket malı bir emanettir.

Sanayi Ortaklığı (İş ortaklığı)

39 - Aynı işi yapan veya işleri değişik olan iki sanatçının müşterek iş kabul etmelerine Sanayi Ortaklığı (iş ortaklığı) denilir. Kazandıkları aralarında bölüşülür. Böyle bir ortaklık kurmak caizdir.
40 - Ortaklardan birinin aldığı, kabullendiği bir işin yapılması, di­ğer ortağa da lâzım gelir. Bu bakımdan işveren kimse ortaklardan her­hangi birinden işin yapılmasını isteyebilir.
41 - Ortaklardan her biri de (işi, ister kendisi taahhüt etmiş olsun, ister ortağı taahhüt etsin) iş ücretini işverenden isteyebilir.

Vücûh Ortaklığı (İtibar Ortaklığı)


42 - Sermayeleri olmadığı halde sırf itibarlarına dayanarak veresi­ye mal satın alıp satmak üzere iki kimsenin ortaklık kurmasına Vücûh ortaklığı denilir. Böyle bir ortaklık kurmak caizdir.
43 - Bu ortaklıkta her ortak diğer ortağın vekili olur.
44 - Bu ortaklıkta, satın alınacak malın aralarında eşit olduğu şartı koşulmuşsa, sağlanan icardaki hisseleri de eşit olur ve bunda bir orta­ğın fazla kâr alması caiz olmaz.
45 - Birinin katırı, diğerinin su kabı olan iki kişi, su alıp getirmek için bir ortaklık kursalar, bu sahih olmaz. Bundan sağlanan kazanç sa­dece çalışanın olur ve çalışmayan katır veya su kabının kirasını öder.
46 - Fasit bir ortaklıkta kâr, ortakların sermayelerine göre taksim edilir ve ortaklardan birine fazla verilmesi şartı bâtıl olur.
47 - Ortaklardan biri ölür veya dininden dönerek düşman yurduna giderse ortaklık bozulur.
48 - Ortaklardan hiç biri, diğerinin malına düşen zekâtı onun izni olmadan veremez. Ortaklar, birbirlerine zekât ödeme izni verdikten son­ra her biri aynı zamanda zekâtı ödemiş olsa, birbirlerine zekât hisseleri­ni tazmin ederler. Fakat biri önce, diğeri sonra ödemişse sonra ödeyen, ödediğini bilse de bilmese de ilk ödeyene tazminde bulunur.

MUDARABE ORTAKLIĞI [5]


49 - Bu ortaklıkta, çalışan (mudarıb) sermaye sahibinin kârda ortağıdır.
50 - Çalışan ortağın sermayesi, ticaret için gezip dolaşmaktır.
51 - Sermaye, çalışacak olan ortağın yanında emanet olarak bulu­nur.
52 - Çalışan ortak, sermayeyi işletmeğe başlayınca sermaye sahi­binin vekili olur. Kâr yapınca da ortak durumuna geçer.
53 - Eğer kârın tamamı çalışan ortak için şart koşulmuşsa sermaye ona ödünç verilmiş olur (F). Kârın tamamı sermayedar için şart koşul­muşsa bu, bizaa  (kâr tamamen kendisinin olmak üzere başkasına ser­maye vermekten ibaret bir anlaşma) olur.
54 - Mudarabe ortaklığı fâsid olunca bu, bir fasit kiralama  (işçi tutma) olmuş olur.
55 - Mudarib  (çalışmayı üzerine alan ortak) anlaşma şartlarına aykırı hareket ederse gasp eden hükmünde olur.
56 - Bu ortaklık, kâr her iki ortak arasında şayi'  (orantılı) olmak şartı ile sahih olur. Eğer ortaklardan birine önceden belli bir miktar pa­ra kararlaştırılmışsa ortaklık bozulur. Ortaklık bozulduğu zaman kâr, sermaye sahibi olan ortağın olur. Çalışan ortak işçi olarak emsallerine göre ücret alır.
57 - Ortaklık bozulduğu zaman kâr, sermaye sahibi olan ortağın olur. Çalışan ortak işçi olarak emsallerine göre ücret alır.
58 - "Ziyan çalışana aittir" şartını koymak batıldır.
59 - Sermayenin çalışana teslimi şarttır.
60 - Çalışan ortağın; peşin veya veresiye olarak satmak ve satın almak, kendisine vekil tayin etmek , (ticaret için) yolculuk yapmak ve kârı ortaklığa ait olmak üzere başkasına sermaye vermeğe hakları var­dır.
61 - Sermaye sahibinin izni olmadan yahut "kendi görüşüne göre hareket et" denilmeden çalışan ortağın ayrıca bir mudarabe ortaklığı kurmaya hakkı yoktur.
62 - Mudarib, sermaye sahibinin tayin ettiği beldenin dışına çıka­maz ve tayin edilen ticaret malından başka malın ticaretini yapamaz ve yine belirtilen tüccardan başkası ile ticarî muamelelerde bulunamaz.
63 - Sermayedar, ortaklık için bir süre koymuşsa bu sürenin geçmesi ile ortaklık sona erer.
64 - Mudarib, ortaklık malı ile köle veya cariye evlendiremez. Ser­mayedar yönünden azat olması lâzım gelen bir köleyi satın alamaz. Eğer bunu yaparsa tazmin eder. Malda kazanç olsa, kendisinin de azad etmesi lâzım gelecek olan (babası ve oğlu gibi) bir köleyi satın alamaz. Eğer kazanç yoksa kendisinin azat etmesi gerekeni satın alır ve alış-veriş sahih olur. Kâr yaparsa kendi hissesi kadarı azat olur. Köle sermayedarın hissesi kıymetince de kazanç sahasına atılır.
65 - a) Sermayedar çalışmayı kabul eden ortağına, ortaklık için sermaye verip "Allah ne verdiyse aramızda yarı yarıya" der ve başkası ile de mudarabe ortaklığı kurmasına izin verirse o da buna dayanarak birisine, kârın 1/3'i onun olmak üzere mal verse; kârın yarısı şarta göre sermayedarın, 1/6'i birinci mudaribin, 1/3'i de ikinci mudaribin olur. Bi­rinci mudarib ikinciye kârın yarısı onun olmak üzere mal vermişse, ken­disi hiç bir şey alamaz. Hatta 2/3'si onun olmak üzere mal vermişse bu durumda kendisi kârın 1/6'ini (tüm kârın yarısı sermayedarın olacağına göre) ikinciye öder.
 b) Sermayedar ortağına, "Allah sana ne verdiyse yarısı benimdir" demişse;
 bu durumda ikinci mudarib için şart koşulan kâr onun olur. Geriye kalan da sermayedar ile birinci mudarib arasında yarı yarıya taksim edilir.
 c) Sermayedar, "Allah Tealanın verdiği yarı yarıya aramızda tak­sim olmak üzere" demiş olsa da, birinci mudarib; kârın yarısı onun ol­mak üzere sermayeyi diğer birine verse, o da bir üçüncüye l/3 nispeti ile devretse, kârın yarısı sermayedarın, 1/3'i üçüncü mudaribin, 1/6'i de ikinci mudaribin olur. Birincisi ise hiç bir şey alamaz.
66 - Mudarabe Ortaklığı Şu Hallerde Kalkar
1) Sermayedarın ölmesi halinde,
2) Çalışanın ölmesi,
3) Sermayedarın dinden çıkıp düşman yurduna katılması halinde. Çalışanın dinden dönmesi ile ortaklık kalkmaz.
67 - Çalışan ortak, azledildiğini bilmediği müddetçe sermayedarın azli ile azl olmuş olmaz. Eğer azledildikten sonra ve haberdar olmadan önce alış-verişte bulundu ise geçerli olur. Azledildiğini öğrendiği zaman da elinde bulunan mal sermaye cinsinden ise onda tasarruf etmesi caiz olmaz. Başka cinsten ise sermaye cinsinden oluncaya kadar satmaya hakkı vardır.
68 - Ortaklar ayrılır da kâr olmayıp başkaları üzerinde sermaye­den alacak kalırsa çalışan ortak sermayedarı, onların toplanmasına ve­kil tayin eder. Fakat kâr varsa çalışan onları toplamaya mecbur edilir.
69 - Ortaklığın sermayesinden zayi olan, kârdan kapatılır. Eğer zayi olan miktar kârdan fazla ise bu fazla kısım sermayeden düşürülür.


70 - Vedî'a [6] Onu koruyanın elinde bir emanettir. Bu bakımdan bir tecavüz olmadan zayi olursa, ödenmesi gerekmez.
71 - Emanet malı, bizzat onu alanın kendisinin ve mudi  (malını emanete bırakan) yasaklasa bile ailesinden olan birisinin koruması ge­rekir. Onun korunmasını başkalarına yaptıramaz. Ancak evinde yan­gın olursa komşusuna teslim edebilir veya gemi batıyorsa başka gemiye aktarabilir.

72 - Emanet malı birbirinden ayırt edilemeyecek şekilde başka mal ile karıştıran onun kıymetini öder. Vedî'a’nın bir kısmını harcayıp, sonra onun yerine malından koyar ve onu da geriye kalan kısım ile karıştırırsa yine hepsinin kıymetini öder. Fakat kasti yapmadan karışma olmuşsa mûdiye ortak olur.
73 - Emanetçi emanet mala binmek, giymek veya hizmet ettirmek yahut ayrıca başka birisine emanet etmek sureti ile tecavüzde bulunur ve sonra da bu tecavüzü kalkarsa, mal sahibine bir şey ödemez. Fakat emaneti ayrıca emanete verir de ikinci emanetçi yanında zayi olursa, ödemek sadece birinciye düşer (SM),
74 - Mal sahibi vedi'a’yi geri ister de emanetçi onu inkâr eder ve sonra dönüp itiraf ederse, tazmin eder.
75 - Mudi tarafından yasaklanmaz ve yol da emniyetli olursa, ta­şıtması ve zahmeti olsa bile emanetçinin vedia’yı kendisi ile yola götür­meğe hakkı vardır.
76 - İki kişi bir adama, ölçülen veya tartılan cinsten mallarını ema­net bıraksalar sonra biri gelip hissesini almak istese, diğeri gelmediği müddetçe ona hissesini vermesi ile emredilmez.
77 – Emanetçi, "Bana emaneti falan adama bırakmamı emretmiş­tin" der ve mal sahibi de bunu yalanlarsa, emanetçinin o malı tazmin et­mesi gerekir. Ancak buna şahit getirirse veya mal sahibi kendisine veri­len yeminden çekinirse bu takdirde ödemesi gerekmez.
78 - İki adama, bölünebilen bir mal emanet edilirse, onu bölerler ve her biri kendine düşen yarısını muhafaza eder. Fakat bu bölünemeyecek bir mal ise birisinin izni ile diğeri onu muhafaza eder.
79 - Mal sahibi, "Bu malı şu odada sakla" der de adam aynı evin baş­ka odasında saklarsa (zayi olması halinde) tazmini gerekmez. Fakat başka bir evde saklamışsa tazmin etmesi (ödemesi) gerekir.
80 - Emanet olan mal, sahibinin evine bırakılsa da kendisine tes­lim edilmese, zayi olması halinde ödenmesi gerekir.  

LAKÎT[7]  
(SOKAĞA BIRAKILAN SAHİPSİZ ÇOCUK)   

81 –  Sokağa atılmış çocuk (insanlarda asıl olan hürriyet olduğun­dan) hürdür ve onun nafakası' (beslenme, giyim ve barınma masrafla­rı) devlet hazinesine aittir.
82 - Sokağa atılmış çocuğun bıraktığı miras hazineye kalır. İşlediği cinayetlerin diyetini ödemek de hazineye düşer. Aldığı diyetler ve velayet hakkı da hazineye aittir.
83 - Çocuğu bulan, onu yanında bulundurmaya başkala­rından daha hak sahibidir.
84  - Çocuğu bulanın ona yaptığı masraflar teberru olur. Ancak hâkim, yaptığı masrafları almak şartı ile ona bakmasına izin vermişse, o zaman teberru olmaz.
ondan sabit olur. İki kişi birden bu çocuğun kendilerinin olduğu­nu iddia ederlerse bunlardan birinin, çocuğun vücudunda bir işaret söylemesi hariç, nesebi her ikisinden de sabit olur.
85 - Bir kimse çıkıp da, bu çocuğun kendi oğlu olduğunu iddia ederse, nesebi
86 - Çocuğun nesebini iddia eden hür ve Müslüman kişi, köle ve Zimmîden daha ileridedir. Bu bakımdan bir köle onun kendi çocuğu olduğunu iddia ederse, ço­cuk hür olarak onun olur. Bir Zimmî iddia ederse çocuk Müslüman ola­rak onun olur. Şu kadar var ki Zimmî, çocuğu kilisede, havrada veya on­lara ait bir köyde bulmuşsa, o zaman çocuk Zimmî olur.
87 - Bir kimse çıkıp da çocuğun, kendisinin kölesi olduğunu iddia ederse bu delilsiz kabul edilmez.
88 - Bulunan çocuk üzerinde bağlı eşya ve para çıkarsa çocuğa ait olur ve bunlar ancak hâkimin emri ile çocuğa harcanır.
89 - Çocuğu bulan onun için bağış kabul eder ve onu bir sanata vermek hakkına da sahiptir. Fakat çocuğu evlendiremez, ücretle onu bir işte de çalıştıramaz. 

LUKATA (KAYBOLAN MAL) 

90 - Bulunan bir malı yerden alıp kaldırmak, mala dokunmamaktan daha iyidir. Eğer o malın zayi olacağından korkulursa, onu alıp sakla­mak vacip olur. 
91 - Lukatayı bulan onu sahibine vermek için aldığına şahit tutar­sa, yanında emanet olarak kalır. Sahibine vermek için aldığına şahit tutmamışsa, (telef ettiğinde) onun kıymetini öder. 
92 - Kaybolan malı bulan,  "bundan sonra artık sahibi aramaz" diye bir kanaate sahip olacağı zamana kadar bulduğunu ilân eder. 
93 - Bundan sonra malın sahibi gelirse malını alır. Gelmezse bulan, isterse fakirlere sadaka olarak dağıtır, isterse de yanında tutar. Fakirle­re verildikten sonra sahibi gelir de bu tasadduku kabul ederse, sevabı kendisinin olur. Kabul etmezse onun kıymetini bulana veya fakire ödet­tirir. Eğer fakirin elinde aynen duruyorsa, malını geri alır. Fakir veya bulandan kıymetini hangisi öderse, diğerine dönüp de onu alamaz. Bulunan mal, bir zengine sadaka olarak verilemez. Bulan fakir ise kendisi faydalanır. 
94 - Bozulacak malların ilânı, bozulmalarından korkulduğu zama­na kadar yapılır.
95 - Bulunan malın ilânı, insanların toplu bulundukları yerlerde ve malın bulunduğu yerde yapılır. Eğer lukata nar kabukları ve çekir­dek gibi ehemmiyetsiz bir şey ise, ilân etmeden onlardan faydalanılır. Sahibi gelirse bunları alır.
Hasad edildikten sonra tarladaki başaklar, toplayanların olur.
96 - Deve, koyun, öküz v.s. sahipsiz hayvanları lukata olarak al­mak caizdir. Bu hayvanlara (hâkimden izin almadan) verilen yem bağış olur.
97 - Hayvanın kiraya verilmesinden bir fayda temin ediliyorsa, hâkimin izni ile hayvan kiraya verilir. Kazandığı para yemine harcanır.
Hayvanın kiraya verilmesinde bir fayda yoksa ve satılması uygunsa sa­tılır.
98 - Hayvan sahibi, çıkıp gelirse, yapılan masrafları alıncaya ka­dar bulanın hayvanı alıkoyması hakkıdır. Eğer ödemekten sakınırsa verilen yem masrafları için satılır.
99 Sahibine vermeyip alıkoyduktan sonra hayvan ölürse yapılan masraflar düşer. Fakat alıkoymadan önce ölmüşse düşmez.
100 - Bulunan eşyanın, hayvanın ve hür bir çocuğun sahibine tesli­minde, ondan bir hak istemenin gereği yoktur [8].
101 - Bir kimse, bulunan malın kendisinin olduğunu iddia ederse delil getirmesi gerekir. Eğer onun özelliklerini söylerse, malın ona verilmesi caiz olur. Fakat bulana vermesi için zorlanamaz. Mekke'de Harem-i Şerif de bulunanlarla, onun dışındaki yerlerde bulunanlar arasında bir fark yoktur.


ÂBIK (KAÇAN KÖLE)

102 - Görenin gücü yettiği zaman kaçan köleyi tutup yakalaması, buna yanaşmamasından daha iyidir. Firar etme niyeti olmadan yolunu şaşırmış köleyi tutmak da böyledir.
103 - Gerek kaçan ve gerekse yolunu şaşıran köle hükümet ma­kamlarına teslim edilir. Firar eden köle haps edilir. Fakat yolunu kay­beden haps edilmez.
104 - Firardaki köleyi üç günlük veya daha uzak yoldan tutup geti­ren 40 dirhem para alır. Yol kısalırsa 40 dirheme göre indirim yapılır. Kölenin kıymeti 40 dirhemden az olursa kıymetinden bir dirhem az pa­ra verilir (S).
Ümm-ü veled ve müdebber köle de (tesliminde ücret almak bakı­mından) tam köle gibidirler. Sabi olan köle de bulûğa eren köle hükmün­de olur.
105 - Köleyi tutanın sahibine teslim etmek üzere, tuttuğuna şahit göstermesi gerekir.
106 - Firardaki köleyi tutan adam, onu elinden kaçırırsa bir ücret alamaz.
107 - Rehin bırakılmış bir köle kaçınca, bunun tutulup teslimine ait ücreti rehin alan verir.
108 - Cinayet işleyen kölenin efendisi diyetini kendisi verirse tutup getirme ücretini de vermek kendisine düşer. Eğer köleyi maktulün veli­sine verirse getirme ücretini de o verir.
109 - Firarda yakalanan kölenin nafaka masrafları aynen lukatadaki gibi hüküm alır.

MEFKÛD [9]
(YAŞAYIP YAŞAMADIĞI BİLİNMEYEN KİMSE / GAİP)

110 - Bir mefkûd kendisi hakkında sağ, başkaları hakkında ise ölü hükmündedir.
111 - Hâkim mefkûdun malını korumak ve vekili olmayan sahadaki mallarının gelirlerini almak için bir kayyum tayin eder.
112 - Kayyum, mefkûdun, bozulmasından korktuğu mallarını sa­tar.
113 - Mefkûd kaybolmadan önce nafakalarını vermekle mükellef olduğu kimselere, kayyum da onun malından mahkeme kararı olmadan nafakalarını verir.
114 - Mefkûdun, akranlarından hayatta kalamayacağı kadar ömrü geçerse ölümüne hüküm verilir.

HÜNSA

115 -Yeni doğan çocuğun erkek ve dişi her iki uzvu da bulunursa, bunlardan idrarını hangisi ile yapıyorsa ona itibar edilir. Erkeklik uz­vundan idrar yaparsa erkek, dişilik uzvundan idrar yaparsa dişi sayılır. İkisinden de yapıyorsa idrar önce hangisinden geliyorsa ona göre erkek­lik ve dişilik hükmü alır.
Eğer aynı zamanda her iki uzuvdan da idrar geliyorsa, böylelerine "hünsa-i müşkil" denilir. Burada çok idrar gelen uzva göre hüküm veril­mez (SM).
116 - Hünsâ olan çocuk bulûğ çağına geldiği zaman kendisinde (sa­kal bitme, erkeklik uzvundan ihtilâm olmak, kadınla cinsî temasta bu­lunmak gibi) erkeklik emareleri görülürse erkek sayılır. (Aybaşı olmak, gebe kalmak, memeleri büyümek, süt gelmek ve kadınlık uzvu ile mü­nasebette bulunmak gibi) kadınlık emareleri görülürse dişi sayılır. Er­keklik ve dişiliğe ait belirtiler görünmezse veya her ikisi de birden görü­nürse bu kimse de, "hünsâ-i müşkil" adını alır.

Hünsâ-i Müşkilin Hükümleri

17 - Bir kimsenin hünsâ-i müşkil olduğuna hüküm verilince ken­disinden din işlerinde en ihtiyatlı ve sağlam olanlar istenilir.
118 - Mirasın taksiminde iki hisseden en az olanını alır.
119 – Namaz kılarken, erkek safları ile kadın safları arasında du­rur. Kadın saflarında namaz kılarsa namazını iade eder. Erkekler safın­da namaz kılarsa sağında, solunda ve tam arkasında olanlar namazları­nı yeniden kılarlar.
Hünsâ, tahannüs kelimesinden türemiştir. Bu da parçalara ayrılıp ço­ğalmak mânasını taşır.
Hünsa: Erkek uzvuna da kadın uzvuna da sahip, olan veya her ikisi de bulunmayan kimsedir.
120 - Hünsâ-i Müşkil, kadın baş örtüsü ile namaz kılar, ipek elbise giyemez ve ziynetleri takamaz.
121 - Mahremlerinden başka ne bir erkek ve ne de bir kadın onunla baş başa kalamaz. Yanında bir mahremi bulunmadan yolculuğa çıka­maz.
122 - Hünsa-i Müşkili sünnet etmek için ona bir cariye satın alınır. Sünnet edince o cariye satılır. Eğer malı yoksa cariye devlet hazinesi ta­rafından satın alınır.
123 - Erkek veya kadın olduğu anlaşılmadan ölürse yıkanmayıp te­yemmüm edilir, sonra kefenlenir ve kadınmış gibi defnedilir.  

VAKIF [10]
124 – Vakfetmek: "Malı sahibinin mülkü olmak üzere bırakmak ve o malın menfaatlerini sadaka olarak vermek" demektir.
125 - Hâkimin kararı ile tescil edilmeyen (SMF) yahut "Öldüğüm zaman malım vakıftır", şeklinde mal sahibinin vasiyetine bağlı bulunmayan vakıf geçerli olmaz.
126 - Bir kimsenin, başkası ile ortak bir yerini hâkimin kararı ol­madan vakfetmesi caiz olmaz (S).
127 - Vakfın caiz olabilmesi için, sonucunu hiç kesintiye uğramayan ebedî bir yöne çevirmek şarttır (S).
128 - Akarların vakfedilmesi caiz olur. Menkul(taşınabilir) mal­ların vakfedilmesi ise caiz değildir (S). İmam Muhammed; kitaplar, Mushaf, balta, keser, testere, kazan ve tabut gibi halk arasında örfen vakfedilen menkul malların vakf olunabileceğine hüküm vermiştir. Fa­kat örfen vakfedilmesi adet haline gelmeyen (elbise ve emtia gibi) men­kul mallar vakfedilemezler. Fetva da İmam Muhammed’in görüşüne gö­re verilmiştir.
129 - Harp aracı olarak kullanılan hayvan ve silâhların vakfe­dilmesi caizdir.
130 - Vakıf olan mal satılamaz ve bir kimseye mülk olarak verile­mez.
131 - Vakfeden tarafından şart koşulmasa dahi vakfın ayakta dur­ması için her şeyden önce geliri ile vakfın tamiratı yapılır.
132 - Zengin bir adama vakfedilen vakfın tamiratını, zengin adam ken­di parası ile yapar. Fakirlere vakfedilen bir malın fakirler tarafından ta­mir ettirilmesine hüküm verilemez. Vakfı kullanan, tamir etmek iste­mezse veya fakirse, hâkim onu başkasına kiraya verir ve getirdiği para ile tamiratını yaptırır. Sonra da oturmak hakkına sahip olan kimseye geri verir.
133 - Vakfedilen bir binanın yıkılan enkazı ve vakıf bir malın sö­külmüş aletleri yine o vakfın tamirine harcanır. Eğer bunlara ihtiyaç yoksa ihtiyaç zamanına kadar saklanır. Bu enkaz ve aletleri aynen ta­mir işinde kullanmak mahzurlu ise satılır ve parası yine tamirine har­canır. Vakıflar, faydalananlar arasında taksim edilmez.
134 - Vakıf yapan kimsenin (hayatta kaldığı müddetçe) vakfın geli­rinin tamamını veya bir kısmını kendisine ayırması caiz olur. Mütevelli [11] olmak hakkı da vardır.
135 - Mütevelli, güvenilir bir kimse değilse hâkim, vakfı bunun elinden alır ve başka bir mütevelli (yönetici) tayin eder.
136 - Bir mescit yapan kimse, onun yolunu kendi yerinden ayırıp içinde insanların namaz kılmalarına (S) izin vermediği müddetçe bu bi­na kendi mülkiyetinden çıkmaz.
137 - Bir kimse, Müslümanlar için bir çeşme, yolcular için han, ker­vansaray veya havuz yapsa kuyu kazsa, kendi yerini insanlar için me­zarlık yahut yol yapsa, hâkim karar altına almadıkça veya yapanın, ölü­münü müteakip vakıf olacaklarına dair vasiyeti bulunmadıkça geçerli olmaz.
138 - Hastalık halinde yapılan vakıf vasiyet olur.
139 - Vakıf olan bir kervansaraya ihtiyaç kalmazsa onun vakfı, kendisine en yakın olan diğer kervansaraya aktarılır.
140 – Cami, dar gelse ve yanında umuma ait yol bulunsa, cami yol ta­rafından genişletilir, yol dar gelince o da cami tarafından genişletilir.

HİBE

(BAĞIŞ) [12]


141 - Hibe, icab ve kabul ile ve kabz (ele geçirmek)’la sahih olur.
142 - Bağışın yapıldığı mecliste, hibe edenin izni olmadan hediyeyi almak caizdir. Ayrıldıktan sonra hediyeyi almak bağışlayanın iznine bağlı olur. Eğer daha önceden hibe edilen mal, kendi elinde bulunuyorsa mücerret kendisine bağışlanmış olmakla ona sahip olur.
143 - Bir babanın malını küçük çocuğuna hibe ettiğini söylemesi ile (kabz edilmesine lüzum olmadan) hibe akdi tamam olmuş olur.
144 - Küçük çocuğa yapılmış olan bağışı velisi, annesi ve bizzat kendisi ele geçirince küçük çocuk ona sahip olmuş olur.
145 - Hibe akdi, hibe edenin "Hibe ettim, bağışladım, verdim, bu yi­yeceği sana verdim, yaşadığın müddetçe bu evi sana verdim", sözleri ile meydana gelir. Hibeye niyet ettiği zaman; "Bu hayvana seni bindirdim", sözü ile yine, "Bu elbiseyi sana giydirdim" ifadesi ile hibe akdi meydana getirilmiş olur.
146 - Taksim edilemeyen ortak bir maldaki muayyen bir hisseyi ba­ğışlamak caizdir. Fakat taksim edilebilirse caiz olmaz (F). Eğer bağış­landıktan sonra bölünür ve teslim edilirse, o zaman caiz olur; bölünebilir bir evdeki hisse (nin önceden bağışlanıp sonra bölünüp teslim edil­mesi) gibi. Memedeki sütün, hayvanın sırtındaki yünün, hurma ağacı üzerindeki hurmanın, tarladaki ekinin hibe edilmesi de bunun gibidir.
147 - Buğdayın öğütülüp çıkarılacak ununu, susamın ve sütün çı­karılacak yağlarını hibe ettikten sonra çıkartıp teslim etmek (bunlar hi­be edildikleri zaman mevcut olmayıp mülkiyete mahal olamayacaklarından) caiz olmaz.
148 - İki kişi müştereken sahip oldukları mallarını birlikte birisi­ne hibe etseler caiz olur. Bunun aksi ise caiz olmaz (SM).    
149 - Bir kimse, bir malını iki fakire birden sadaka olarak verirse caiz olur. Fakat iki zengine sadaka verilmesi caiz olmaz.
150 - Bir kimse cariyesini hibe edip karnındaki çocuğunu istisna etse hibe sahih istisna ise batıl olur.

151 - Hibeden Dönmek
1) Mahrem olmıyan kimselere (F) yapılan hibeden dönmek caiz olur, fakat mekruhtur.
2) Kendisine hibe yapılan şahıs bunun bedeli olarak hibe edene bir şey verse hibeden dönülemez.
3) Hibe edilen malın kendisinde bir artma bulunsa hibeden dönüle­mez.
4) (Teslimden sonra) taraflardan birinin ölmesi hibeden dönmeğe engeldir.
5) Hibe edilen malın, kendisine hibe edilen şahsın mülkiyetinden çıkmış olması hibeden dönmeğe engeldir.
6) Mahrem olan akrabalarına yapılan bağıştan dönülemez.
7) Koca ailesine, kadın kocasına yaptığı bağışlardan dönemez.
8) Hibeyi alan kimse, hibe edene bir şey vererek "Şunu hediyene be­del olarak yahut ivaz (karşılık) olarak veya mukabil olarak al," derse veya bir başkası teberru olarak bedelini verse, o da bunları alsa, hibeden dönme hakkı düşer.
9) Hibe edilen malın yarısı başkası tarafından hak kazanılarak alınsa, kendisine hibe yapılan kimse ona karşılık vermiş olduğu bedelin yarısını geri ister. Fakat hibe karşılığında verilen bedelin bir kısmı hak kazanılarak bir başkası tarafından alınınca; hibe eden onun için bir şey isteyemez (Z). Ancak hibe ettiği mala karşılık almış olduğu bedelin ta­mamına bir başkası sahip çıkınca hibenin tamamını geri alır.
10) Bedel şartı koşularak yapılan hibede; kabzdan önce hibe hük­mü, kabzdan sonra ise alış-veriş hükmü cereyan eder.
152  - Hibeden dönüş ancak tarafların karşılıklı rızaları yahut hâkimin kararı ile sahih olur. Hâkim bağışın geri verilmesine hüküm verdikten sonra elinde zayi olsa kıymetini ödemesi gerekmez.

Umrâ ve Rukbâ

153 - Umrâ (bir kimsenin yaşadığı müddetçe malını birisine kul­landırması) caizdir. Bu malı ölünceye kadar kendisine hediye edilen şa­hıs kullanır. Öldükten sonra, hibe edene kalmayıp, hibe edilen şahsın mirasçılarına kalır.
Umrâ:  Bir kimsenin, ölün­ce tekrar kendisine geri verilmek şartı ile yaşadığı müddetçe evini bir başkasına vermesi demektir (ki, geri verilmek şartı batıl olup ev hediye edilenin varislerine kalır).
154 - Rukbâ ise, batıldır (S). Bu, "ölürsen bu ev bana kalsın, ben ölürsem senin olsun" demek sureti ile yapılan bir hibe şeklidir.
155 - Sadaka vermek de hibe gibidir. Ancak sa­dakada dönme hakkı yoktur.
156 - Malından sadaka vereceğini adayan kimsenin, bu adağını zekât mallarının cinsinden yerine getirmesi gerekir (Z). Mülkü ile sada­ka vermeği adarsa bütün mallarını içine alır. Bir kimse nafaka olarak vereceği malını kazanç temin edinceye kadar elinde tutar sonra elinde tuttuğu kadarını sadaka verir.

İARE [13]
(ÖDÜNÇ VERME)

157 -İare; menfaatleri (bedelsiz olarak) bağışlamaktır.
158 - Ödünç vermek ancak aynı baki olmakla beraber kendisi ile faydalanılan şeylerde olur.
159 - Ödünç verilen mal, ödünç alanın yanında bir emanettir. 
160 - Ödünç verme akdi, ödünç verenin "şu malımı sana ödünç verdim, kullanmak için şu tarlamı sana verdim, şu kölemi senin hizmetine verdim" ve bağışladığını kast etmiyorsa "şu elbisemi sana verdim, seni şu hayvana bindirdim" ve "evim senin meskenindir" yahut "yaşadığın müddetçe evim senin meskenindir" gibi sözleri ile sahih olur.
161 - Müste’iri (ödünç alan) kullananların değişmesi ile değişen bir durum. Ödünç aldığını bir başkasına ödünç vermeğe hakkı vardır.
162 - Ödünç alanın, müste'ar (ödünç alınan mal)ı kiraya vermek hakkı yoktur. Kiraya verir de zayi olursa kıymetini öder. Bu durumda ödünç verenin ödünç alana kıymetini ödettirmek hakkı vardır. Ödünç alan bunun kıymetini tazmin edince dönüp onu kiracısından alamaz. Fakat ödünç veren zayi olan malını kiracıya ödettirirse kiracı (onun ödünç mal olduğunu bilmeden kiralamışsa) dönüp ödediği şeyi ödünç alandan alır. 

163 – 1) Ödünç veren:
a) Zaman sınırlaması koydu ise,
b) Ödünç verilen maldan faydalanmayı,
c) Kullanma yerini sınırlandırdı ise; ödünç alan bir hayır olmaksı­zın bu kayıtlara aykırı hareket ederse, zayi olduğunda o malın kıymetini öder.
2) Ödünç için bir kayıt konulmayıp serbest bırakıldı ise; geri istenilmediği müddetçe ödünç alan; onun sağladığı menfaatlerin her çeşidin­den faydalanma hakkına sahip olur.
164 - Bir kimse, arazisini bina yapması veya ağaç dikmesi için biri­ne ödünç verse; bu ödünç akdinden dönüp ağaçları ve evi yıktırıp söktür­me teklifinde bulunmaya hakkı vardır. Şayet muayyen bir zamana ka­dar ödünç verilir de vakit çıkmadan önce yer geri alınırsa, bu onun için çirkin bir iş olur. Arazi sahibi ödünç müddeti bitmeden önce arazisini ge­ri alınca, bina veya ağaçların kıymetlerini ödeyip onlara sahip olur. Bu durumda araziye büyük bir zararı olmadıkça ödünç alanın bunları sök­mek hakkıdır. Zarar verdiği halde sökse de bir şey ödemek gerekmez.
65 -Ziraat için ödünç verilen arazi, bir zaman tayin edilmemişse bile hasattan önce geri alınamaz [14].
166 -Ödünç malı sahibine iade etmek için gereken masraflar ödünç alan şahsa ait olur. Kirada ise kiralanan malı sahibine götürüp teslim etmek için lâzım gelen masraf mal sahibine aittir.
167 -Ödünç alınan hayvan, sahibinin ahırına götürülünce onun sorumluluğundan çıkar. Elbiseyi, özel tuttuğu adamı ile yahut kölesi ile veya ailesinden birisi ile elbise sahibinin evine göndermekle de aynı şekilde berî olunur. (Yani bunlar ahırda veya evde sahibinin eline geçmeden zayi olsalar, kıymetlerini ödemek gerekmez, Mütercim).

GASP ETMEK[15]

(ZORLA BİR ŞEY ALMAK)


168 -Hukuk tabiri olarak gasp: Başkasının mülkünde bulunup kıymet ifade eden ve harbî (savaşta elde edilen bir mal) malı olmayan bir malı haksız yere zorla alıp ele geçirmektir.
169 -Bir şeyi gasp edenin, eğer duruyorsa, gasp ettiği yerde onu sa­hibine teslim etmesi lâzımdır.
170 - Gasp edilen mal harcanmış ve yok edilmişse misliyattan (yani benzeri verilebilecek mal cinsinden) olduğu takdirde mislini öde­mek, misliyattan olmadığı (yani kıymeti ödenmesi gereken mal cinsin­den olduğu) takdirde de gasp edildiği gündeki kıymetini ödemek gere­kir. Eğer malın kıymeti noksanlaşşsa bu noksanlık tazmin (zararı ödeme) edilir.
171 - Gasp edilen mal misliyattan olup çarşı-pazarda bulunamazsa dava günündeki kıymetini ödemek gerekir (SM).
172 – Gasıp: (Gasbeden), gasp edilen malın helak olduğunu iddia etse hâkim, "dursaydı onu açıklardı" diye bir kanaate sahip oluncaya kadar onu haps eder. Sonra bedelini ödemesine hüküm verir.
173 – Magsûb (gasp edilen mal)’un kıymeti hususunda söz, yemini ile beraber gasbedenindir.
174 - Gasp edilen malın kıymetinin ödenmesine hüküm verilince, gasıp, o mala gasp ettiği zamanda malik olmuş sayılır. Bu durumda gasp edilen malın kazancı da kendisine verilir. Fakat gasp edilen hayvanın gasıp elinde doğurduğu yavrular mal sahibinin olur.
175 – Gasıbın gizlediği mal meydana çıksa ve kıymetinin fazla oldu­ğu görülse, eğer onun kıymetini yeminden çekinmesi ile veya delile dayanarak yahut mal sahibinin sözüne göre ödemişse, bu fazlalık gasp edene teslim edilir. Fakat gasp eden malın kıymeti hususunda yemin edip ödemişse mal sahibi, isterse bu ödenmiş olan miktarı kabul eder, isterse de malını geri alır ve bedelini geri verir.
176 -1) Gasbedenin kendi fiili ile akarın kıymetine bir noksanlık gelirse, noksanlaşan kıymeti ödemek gerekir. Fakat kendi kendine harap oldu ise kıymetini ödemek gerekmez (M).
2) Gasp edilen arazi, ziraat yüzünden kıymetinden düşerse (arazi­nin geri verilmesi ile birlikte) bu noksan kıymet ödenir.
177 - Gâsıp, tarlaya ektiği tohum miktarını ziraatından alır ve faz­lasını sadaka olarak dağıtır. Emanet veya ödünç alınan mallarda kulla­nılır ve kâr temin edilirse fazlası sadaka olarak verilir (S).
178 -1)  Gasıp, aldığı malı ismi ve menfaatlerinin çoğu değişecek şekilde bozsa ona malik olup kıymetini öder: Hayvanı kesip pişirmek ya­hut kebap yapmak veya etini parça parça etmek, buğdayı un haline ge­tirmek veya ekmek, undan ekmek yapmak, demirden kılıç, bakırdan kap, Hint çınarından bina, kerpiçten duvar yapmak, zeytin ve üzümü sıkmak, pamuğu iplik haline getirmek, iplikten dokuma yapmak gibi. Fakat bedelini ödemedikçe yaptığından faydalanamaz (Z).
2) Külçe halinde altın ve gümüş gasp eden, bunlardan para bassa veya kap yapsa bunlara malik olamaz (SM).
179 - Başkasının elbisesini yırtıp umumiyet itibarı ile giyilemez hale getirse kıymetini öder.
180 - Bir kimse, başkasının hayvanını keser yahut ayağını kırarsa sahibi isterse noksanlaşan kıymetini ödettirir.
Eti yenilmeyen hayvanlardan birinin ayağını kesen o hayvanın tam kıymetini öder.
181 - Başkasının yerine bina yapan veya ağaç diken kimsenin bun­ları söküp araziyi sahibine teslim etmesi gerekir.
182  - Bir kimse elbiseyi gasp edip onu kırmızıya boyarsa veya kavutu [16]gasp edip onu yağla karıştırırsa sahibi isterse bunları alır ve elbisenin, kavutun artan kıymetlerini gasp edene öder. İsterse de elbise­nin beyaz iken olan kıymetini ve kavutun da benzerini alıp bunları gasbedene bırakır.


183 - Gasbedilen Maldaki Artma Ödenir Mi?

1) Gasbeden adamın elinde iken gasbedilmiş bir malda bitişik olsun (semizleşme, olgunlaşma ve güzelleşme gibi) yahut ayrı olsun (yavrula­ma, meyve verme, hayvandan alınan yün ve süt gibi) meydana gelen herhangi bir artma emanet hükmündedir.  Gasbeden, bunları kasden te­lef eder ve herhangi bir tasarrufta bulunursa veya istenildiği halde ver­meyip elinde telef olursa, kıymetlerini sahibine öder.
2) Gasbedilmiş bir cariyenin, gasbeden elinde bir çocuk yapması sebebiyle noksanlaşan kıymetini ödemek gerekir. Çocu­ğun kıymeti ve düşürüldüğü zaman da "gurer" adı ile anılan diyeti ödet­tirilir.
184 - Gasbedilmiş bir malın menfaatleri, ister bu menfaatler elde edilmiş olsun, isterse de bu mal muattal olarak bırakılsın, gasbedene aittir, ödenmesi gerekmez[17].
185 - Zimmîye ait, domuz veya içkiyi telef edenler, bunların kendile­rini değil de kıymetlerini öderler. Eğer bunlar bir Müslüman’a ait ise ödemek gerekmez.
186 - Çalgı aletlerinin kırılmasında eğlence dışında neye yarayışlı iseler ona göre takdir edilen kıymetleri ödenir (SM).
187 - Ölü arazi  (arazi-i mevât), bir Müslüman’a ve bir Zimmîye ait olmayan ve bir kimse kasabanın en kenarındaki evlerden, en yüksek se­siyle bağırdığında ses duyulamayacak kadar kasabadan uzak ve faydalı durumda olmayan araziye denilir.


ÖLÜ ARAZİYİ İHYA ETMEK [18]

188 - Devlet reisinin izni ile ölü araziyi onaran ve ziraata elverişli hale getiren, ister Müslüman olsun ister Zimmî (Müslümanların idare­si altında yaşayan gayri Müslim) olsun o yere sahip olur.
189 - Kasaba ve köye yakın olan araziyi ihya etmek caiz değildir.
190 - Bir kimse ölü bir arazinin etrafını taş ve saire ile çevirip, üç se­ne orada ziraat yapmasa devlet orasını alıp başkasına verir.
191 -1) Bir kimse ölü bir arazide kuyu kazsa, bunun harîmi, yani ona tâbi saha, su çeken hayvanın dönmesi (SM) ve hayvanın çöküp yat­ması için her tarafından 40 zira (25 – 30 [19] metre)’dir. Bu kuyunun alanında bir başkası kuyu kazmaya kalkışsa men edilir.
2) Açılan su kaynaklarının, menbaların kendilerine tâbi sahaları ise her taraftan 500 zira (300 – 350 metre)’dir. Suyu yer yüzeyinden akan su kanallarının harîmi de kaynaklarda olduğu gibi 300 – 350 metre­dir.
3) Başkasının yerinden geçen büyükçe bir nehrin (SM) delil olmadıkça harimî yoktur. Ölü bir arazide açılmış bir nehrin de aynı şekilde harimi yoktur.
4) Ölü bir arazide dikilen bir ağacın harîmi (alanı) her tarafından beş zira' (3 - 3.5 metre)dir.
192 - Fırat ve Dicle nehirlerinin terk ettikleri yataklarını, tekrar oradan akma ihtimalleri kalmamışsa ihya etmek caizdir. O yataklara dönme ihtimalleri varsa caiz olmaz.

HAKKI ŞİRB [20]
(SULAMA HAKKI)

193 - Şirb hakkı, sudaki hisse demektir. Suyun ortaklar arasında bölüşülmesi caizdir.
194 - Arazi olmadan sadece sulama hakkını dava etmek caizdir. Bu hak miras olarak da bırakılır.
195  - Sulama hakkı, başkasına vasiyetle devredilemez. Fakat menfaati vasiyet edilebilir.
196  - Sulama hakkı satılamaz. Başkasına bağışlanamaz ve bu haktan sadaka verilmez.
197 - Sulama hakkı, mehir olmaya elverişli olmadığı gibi mal mukabilinde yapılan boşamaya bedel de olamaz. Bu hak mal ve kısas davalarından sulh olmak için bedel olarak da verilemez.

198 - Suların Çeşitleri

1) Deniz suyu: Bu su herkesindir. Bütün insanlar denizden su al­mak hayvanlarını ve arazisini sulamak, kanallar açıp başka yerlere nakletmek sureti ile ondan faydalanmak haklarına sahiptirler [21].
2) Seyhan, Ceyhan, Nil, Fırat, Dicle gibi büyük nehirlerin ve vadile­rin suları: Herkes bunlardan içmek, hayvanını ve arazisini sulamak ve değirmen kurmak hususunda ortak haklara sahiptirler.
3) Bir köye ait çay suyu: Bu köyden olmayanların bu çaydan su iç­mek ve hayvanlarını sulamak hakları vardır. Bu konuda köylülerle ortaktırlar. (Abdest almak, çamaşır yıkamak, ekmek ve yemek pişirmek için o çaydan su almak haklarıdır).
4) Küp ve ona benzer kaplarda biriktirilen sular: Sahibinin izni ol­madan bu suyu başkası alıp kullanamaz. Sahibinin bu suyu satma hak­kı vardır.
199 - Bir kimsenin kendi mülkü içerisinde akan bir dere veya bir pı­nar yahut bir kuyu bulunsa, yakınında sahipsiz bir arazide de su olsa, o kimse başkalarının su içmek ve hayvan sulamak için kendi yerine gir­melerine engel olmak hakkına sahiptir. Eğer yakınında su yoksa ya on­ların (zarar vermemek şartı ile) yerine girip su almalarına müsaade eder veyahut da bizzat kendisi su çıkarıp onlara verir. Eğer bu iki duru­mu da kabul etmeyip su vermemekte ısrar ederse, kendilerinin ve hayvanlarının susuz kalacağından korkanlar silâh zoru ile bu yerden su alırlar. Kaplarda biriktirilmiş suları almak için ise silâhsız mücadele edilir.
Zaruret durumunda başkasının yiyeceğini almak için kaplarda bi­riktirilmiş suları almakta olduğu gibi silâhsız mücadele yapılır.

Büyük Nehir Yataklarının Temizlenmesi

200 - Büyük nehir yataklarını temizleme işi devlet hazinesine ait­tir.
201 – Belirli, halkın mülkü olan nehir yataklarının temizlenme işi ise sahiplerine aittir. Onlardan, kim bu işten çekinirse mecbur tutulur.
202 - Sadece sudan içme ve hayvanlarını sulama hakları olanlar temizleme külfetini yüklenmezler.
203 - Bir kimseye ait dere başkasının yerinden geçerse arazi sahi­binin buna engel olmaya hakkı yoktur.
204 - Bir topluluk aralarında müşterek olan bir nehirdeki sulama hisselerinde anlaşmazlığa düşerlerse herkese arazisi miktarınca sula­ma hakkı verilir.
205 - Suyun başında olanların, aşağıdakilerin rızası olmadan su­yu tamamen kesip almaya hakları yoktur.
206 - Mülk olan bir nehre sahip olanlardan hiç kimse diğerlerinin rızası olmadan ark açıp o nehirden su götüremez, değirmen kuramaz, köprü edinemez, kendi kanalının ağzını genişletemez, sulama hakkını bu hakka sahip olmayan araziye devredemez.
Su, arklarla taksim edilmişse, başkalarına zarar vermese bile hiç kimse bunu günlere göre taksim edemez, yarı yarıya kullanamaz ve ar­kını çoğaltamaz [22].

MÜZARAA[23]
(ZİRAAT ORTAKLIĞI)

207 - Müzaraa, hâsılatın bir kısmı karşılığında ziraatçılık üzerine yapılan bir ortaklıktır. İmam Ebû Hanife, bu ortaklığı caiz görmemiştir. Fetva İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'in görüşlerine dayanır.
208 - Ortaklığın Sahih Olabilmesinin Şartları Şunlardır:
1) Ne kadar zaman devam edeceğinin tayin edilmesi gerekir;
2) Arazi ziraata elverişli olmalıdır,
3) Tohum miktarının ve cinsinin belli olması lâzımdır,
4) Tarafların mahsulden alacakları hisseler tayin edilmelidir,
5) Arazinin çalışacak olan ortağa teslimi şarttır.
209 - Mahsul aralarında müşterek olsa da önceden ortaklardan bi­rine;  "şu kadar ölçek",  diye kesin olarak ölçek adedi belirtilirse yahut ortak­lardan birine, su arkları ile sulanan yerlerden çıkan mahsul şart koşulsa veya tohum sahibinin, ektiği tohumunu alması şartı yahut haraç miktarını alması şartı ileriye sürülse, ziraat ortaklığı bozulur. Mahsulün 1/10'ini (öşrü) ortaklardan birinin alması şart koşulsa caiz olur.
210 - Arazi ve tohum bir taraftan, iş ve hayvan, diğer taraftan ya­hut arazi birinin, öteki şeyler diğer ortağın veya çalışma birinden geri kalan şeyler diğer ortaktan olsa ortaklık akdi sahih olur.
211 - Ziraat ortaklığı sahih olunca elde edilen mahsul önceden tespit edilen şartlara göre taksim edilir.
212 - Araziden hiç bir mahsul alınamayınca çalışan ortak da hiçbir hak alamaz.
213 - Ortaklığı sahih kılan yukarıdaki şartlardan başkası (ki onlar; hayvan ve ziraat aletlerinin arazi sahibinden, tohumun çalışan ortaktan yahut tohum birinden, diğer şeyler öteki ortaktan veya arazi birin­den, çift süren hayvan ötekinden ve tohum ötekinden, iş ötekinden olan şartlardır) ortaklığı fasit kılar.
214 - Ortaklık bozulunca çıkan mahsul tohum sahibi olan ortağın olur. Diğeri çalışmasının ücretini veya (arazi sahibi ise) arazisinin kira­sını alır ve bu ücretler daha önceden kararlaştırılmış olan miktardan fazla olamaz (M).
215 - Samanın, tohumu veren ortak için şart koşulması sahihtir. Fakat diğer ortak için şart koşulması sahih olmaz.
216 - Ziraat ortaklığı akd edildikten hemen sonra tohum sahibi vazgeçse, zorlanamaz. Fakat diğer ortak vazgeçerse, kira akdini fesh eden bir özrü olmadıkça -ki bu özür ziraat ortaklığını da fesheder-  ortak­lığa zorlanır.
217 - Çalışan yani çiftçilik yapan ortağın; tarlayı sürüp aktarması ve açtığı arklar için bir ücret istemeğe hakkı yoktur.
218 - Ekini biçme, toplayıp kaldırma, harman etme, savurma işleri hisselerine göre her iki ortağa da düşer. Bu işleri sadece çalışan ortağın yapması şartı ise caiz değildir. Ebû Yusuf ‘a göre ise caizdir ki, fetva da buna göre verilmiştir.
219 - Taraflardan birinin ölümü ile ortaklık son bulur.
220 - Ortaklık müddeti sona erer de ekin olgunlaşmazsa, çiftçilik yapan ortak hasada kadar araziden kendine düşen hissenin ücretini alır ve hasat zamanına kadar ziraat için yapılan masraflar da her ikisine ait olur.

Müsakât (Ağaç ve Terbiyesinde Ortaklık)
221 - Müsakât Ortaklığı;  Müddet hariç, şartları, hükümleri ve fukaha ihtilâfı bakımından aynen ziraat ortaklığı gibidir.
222 - Taraflar, süreyi belirleseler de içerisinde meyve yetişmezse akid bozulur.
223 - Mal sahibi bir müddet tayin etmeden bakım ve terbiye işini………………. .………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….……
224 - Müsakât: Kelime olarak su vermek, tarla­yı bakıcıya ortak vermek demektir. Fıkıhta ise: Bir tarafın; ağaçların, diğer tarafın da; terbiye ve sulama işini üstlenerek meydana getirdikleri bir ortaklıktır.
Eşcar (Ağaçlar):  Bir seneden ………………………………………………………… …………… …………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….. müddet tayını yapmayınca bu akıt yonca hak ve sulama ile gelişip artacaklara zaman ağaçlar, üzüm kütükleri, sebzeler, patlıcan kökü hakkında Müsakât ortaklığı kurulması caiz olur. 
225 - Taraflardan birinin ölümü ile ortaklık son bulur.






223 ila 224 maddelerin tercümesinde karışıklık var. Bunun için internette onlarca siteye acaba doğrusunu bulabilir miyim diye baktım. Ama maalesef, siteler bir diğerinden kopyalama yapmışlar. Aynı hata bir diğerinde devam etmiş. Yani okumadan eklemişler. Bunun içindir ki, “BAĞ-BAHÇE ORTAKLIĞI( MÜSAKAT) ile ARAZİYİ ÜCRETSİZ VERMEK DAHA HAYIRLIDIR” bölümlerini ekledim. Yani bu bölümler asıl tercümede olmayan kısımları içerir. Amacım: Okuyucunun bilgi edinmesidir. 

BAĞ-BAHÇE ORTAKLIĞI( MÜSAKAT)

Musakat: "Saky" kökünden olup, mufaale babındandır. "Sulamak" manasına gelir. İslami ıstılahta: "Bahçe sahibinin; ağaçlarını, mahsulünün bir kısmı mukabilinde, onları ıslah etmek üzere bir kimseyle ortaklık kurmasıdır" şeklinde tarif edilmiştir. Mecelle'de, Musakat: Bir taraftan eşcar (ağaçlar) ve diğer taraftan terbiye olmak ve hasıl olan meyva aralarında (beyinlerinde) taksim olunmak üzere bir nevi şirkettir" hükmü kayıtlıdır.
Musakatın (bağ-bahçe ortaklığının) rüknü; icap ve kabuldür. Hicret'ten sonra Ensar'ın, Resûl-i Ekrem (sav)'e (muhacirlerle ilgili olarak) teklifi şudur: "Ya Resûlullah!.. Hurmalıklarımızı; bizimle muhacir kardeşlerimiz arasında taksim buyur". Bu teklife peygamberimiz efendimiz (sav): "Hayır, öyle olmaz" cevabını verir ve izah eder. Bunun üzerine Ensar (Resûl-i Ekrem (sav)'in izahına uyarak) muhacirlere: "Terbiye ve sulama külfetini üzerinize alınız. Sizi mahsule ortak yapalım", teklifinde bulunur. Her iki taraf ta "işittik ve itaat ettik" derler.  Esasen Resûl-i Ekrem (sav)'in Hayber'in bağ ve bahçelerini, meyvalarının yarısı karşılığında muameleye tabii tuttuğu da bilinmektedir. Böyle bir ortaklığa ihtiyaç olduğu malumdur.
Musakat'ın (bağ-bahçe ortaklığının) şartları; tıpkı müzaraanın şartları gibidir. Sadece "musakatta"; müddet tayin edilmese de, akid sahih olur.
Bağ-bahçe sahibi; meyvalar ortaya çıkmadan ölürse, işletici görevine devam eder. Ölenin varisleri buna engel olamazlar. Eğer işletici ölürse varisleri (işleticinin) yerine göreve devam edebilirler, ağaç sahibi de, buna engel olamaz.
Musakat; herhangi bir özre dayanarak feshedilebilir. İşleticinin hastalanması veya işe devam edemeyecek başka bir geçerli mazereti fesih sebebidir.

ARAZİYİ ÜCRETSİZ VERMEK DAHA HAYIRLIDIR

İbn-i Abbas (ra)'dan rivayet olunduğuna göre, Resûl-i Ekrem (sav) tarlayı kiraya vermekten nefyetmemiştir. Fakat "- Sizden birinizin tarlasını ziraat için kardeşine meccanen vermesi, kendisi için o arazi mukabilinde, muayyen ücret almaktan daha hayırlıdır", buyurmuştur. Esasen cihad sonucu elde edilen topraklarda; ümmetin mülkiyeti esastır. Dolayısıyla bu topraklarda; bütün Müslümanların hakları bakidir. Herhangi bir İslâm beldesinin; küffar tarafından istilasında bütün müminlere cihad farz-ı ayın olur. Aynı zamanda bu istila; bütün müminlerin ortak mülkiyetinde olan arazilerinin elden gitmesi, mahiyetini de taşır.

DİPNOTLAR
KELİMELER

------------------------------
(1).  Havale: bir işi, bir başkasının sorumluluğuna bırakma, devretmedir. İntikal manasına olarak tahavvül kelimesinden türe­miştir. Hukuk ıstılahı olarak havale: "Bir borcu, borçlunun zimmetinden onu kabullenen bir başkasının zimmetine nakl etmektir." Borç birinden diğerine nakledilir, diğerinin zimmetine geçirilir. Çünkü bir şeyin bir zamanda iki yer­de durması imkânsızdır.
Havale, meşru bir akittir. Bir hadiste: "Kim ki, borcu ödemeğe kadir biri üzerine havale edilirse o bunu kabul etsin." (Buhari) denilir. Caiz olmasaydı Hz. Muhammed (S.A.V.) bunu emretmezdi. Hatta bazı âlimler hadisin görünen manasına bakarak bunun farz olduğuna hüküm vermişlerdir. Fakat biz bunun mubah olduğu görüşündeyiz.
Muhîl: Borçlu, yâni borcunu başkasının üzerine havale eden. Havaleyi yapan kimse.
Muhalün-aleyh: Borcu üzerine alan, havaleyi kabul eden.
Muhalün-leh: Muhtal, alacaklı olan kişi.
Muhalün-bih: Havale edilen mal veya para.
(2). Sulh kelimesi, fesat kelimesinin zıttıdır. Bir şeyin sâlih olması ondan fe­sadın, bozukluğun gitmesi demektir. Hastanın, hastalıktan kurtulup iyi ol­masında da bu kelime kullanılır. Fesatlık; mizaç bozukluğudur, insan içinden fesadı atınca sâlih bir kimse olur.
Hukuk ıstılahı olarak sulh: "hasımlar arasındaki ihtilâf ve çekişmeyi kaldıran bir sözleşmedir, ihtilâf ve çekişme fitne ve fesadın kaynağıdır."
Sulh olmak meşru bir akittir ve Kur'an'da insanlar buna teşvik edilmiş­lerdir. 'Eğer mü'minlerden iki zümre çarpışırlarsa aralarını düzeltin, barıştırın" (Hucûrât, a:
 (3).  Şirk,  hisse demektir. Bir hadiste: "Kim ki kölede olan hissesini azad ederse..." denilirken hisse anlamında şirk kelimesi kullanılmıştır.
İstilahda:  "Karışım ve hisselerin sabit olması" demektir. Ortaklık ayet ve hadislerle meşru kılınmıştır. Kur'an'da: "Eğer onlar bu (miktardan) çok iseler o halde onlar (ölünün) edeceği vasiyet ve borç (edasından) sonra üçte birde ortaktırlar..." (Nisa, a: 12) buyurulur. Hz. Muhammed (S.A.V.) de: "Ortaklardan biri diğerine hıyanet etmedi­ği müddetçe Allahın eli her iki ortağın da üzerindedir. Biri arkadaşı­na hıyanet ederse Allah elini üzerlerinden kaldırır." (Ebû Davut) diyorlar. Başka bir sözlerinde de: 'İki ortağa, hıyanet etmedikleri müd­detçe üçüncü ortak Allahdır. Eğer birbirlerine hıyanet ederlerse, Al­lah Teâlâ aralarından bereketi kaldırır" (Ebû Davut) derler.
Kays bin Sâib: Bez ve deri ticaretinde Hz. Muhammed (S.A.V.) le ortaklık kurmuştu. (Kerihi ise Usame bin Şureyk'ın ortaklığını zikreder).  Hz. Peygam­ber onun vasıfları hakkında şöyle demişti; "Sen benim ortağımdın, hayırlı bir ortak idin, ne mudara( Beceriksiz. Şöyle böyle, önemsiz kimse) eder ne de çekişir ve hasım olurdun." ( A. Davudoğlu). Hz. Muhammed (S.A.V.) Peygamber oldukları zamanda insanlar şirketler kuruyorlardı, onlara bu yasaklanmadı ve zamanımıza kadar da bu ortaklık muamelelerine devam edildi. Böylece icma meydana gelmiş oldu.
Şerîk: Şirket sahiplerinden her biri, yâni ortak.
İştirak:   Ortaklık
Müşterek mal: Şirketin sermayesi olan mal.
Resülmal: Sermaye, bir ticaret ve bir şirket için kullanılan ana mal, anapara.
Selem: Ortaklaşa sipariş.
Terike:   Miras.
[4] Nakit para, hayvan, ölçü ve tartı ile satılan mallar ve akarın dışındaki mallara Uruz denilir. Yalnız hayvan ve akarın dışındakilere de denilir. Kitap kumaş ve meta' gibi.
(5). Mudarabe:     Darb kelimesinden gelir. Lügat bakımından yeryüzünde dolaşmak anlamını taşır. Mudarabe: "Bir taraftan sermaye, diğer taraftan çalışma olmak üzere kurulan bir şirkettir. Kitap, sünnet ve icma ile meşru kılınmıştır.
Rabbü'l-Mal: Sermaye sahibi
Mudarıb: Amil, çalışan.
(6) Vedî’a (Emanet): VED’ mastarından türemiştir, terk manasınadır. Bu mânadan alınarak tarafların harbi durdurmasına da "muvadea" denilir. Veda' da bu kelimeden gelir. Çünkü vedalaşan iki kimse birbirlerini terk eder ve ayrılırlar. Ved',  kelimesi korumak manasına da gelir.
Emanet bırakılan mal, onu alan yanında korunması için bırakılır. Bun­dan dolayı doğruluğu ve dindarlığı ile âdet olmuştur. Tanınan birisinin yanında bırakılması Vedia peşin bir akittir. Bırakılan mal emanet olup borç değildir. Hz. Muhammed (S.A.V.) bir sözlerinde şöyle derler: "Hıyanet etmeyen emanetçiye ve hıyanet etmeyen ödünç mal alana ödeme yoktur." (Selâmet Yollan, A. Davudoğlu, c. 3, s. 141, İstanbul 1970). Bir kimse emaneti kabullendiği zaman onu korumak kendisine vacip olur. Çünkü bir akit İle onu korumayı üzerine almıştır.
Vedi’a: Koruması için bir kimseye emanet bırakılan mal.
Mudi':  Malı emanet bırakan.
Mûda'/Müstevda: Emaneti kabul eden, kendisinin yanına mal emanet bırakılan kimse.
(7). Atılmış çocukları kurtarmak için kaldırıp almak; eğer yırtıcı hayvanla­rın bulundukları yerlerde, kuyu başlarında veya ıssız yerlerde bırakılmış ol­malarından dolayı ölüme gidecekleri biliniyorsa farzdır. Fakat şehirde veya bir köyde bırakılmış olmasından dolayı ölüme gitmeyeceği kanaatine varılmışsa kaldırılması mendüp yani arzu edilen şey olur. Çünkü bu, muhterem olan bir insanı hayata kavuşturmak için yapılmış bir gayrettir. Allah bu konu­da şöyle der: "... Kim bir canı, bir can mukabilinde veya yeryüzünde bir fesat çıkarmaktan dolayı olmayarak, öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu kurtarırsa bütün insanları diriltmiş gi­bi olur..." (Mâide, a: 32).
Lakît: Bir yere atılmış diri veya ölü çocuk demektir. Bu bir ihtiyaç veya zina isnadından kaçınmak gayesi ile yapılır.
Mültakıt: Atılmış çocuğu veya herhangi bir eşyayı bulup yerden kaldı­ran.                                                                  
Lukata: Canlı olsun olmasın kaybolan mal demektir.
İzafe Etmek: Bağlamak, yüklemek, mal etmek.

9) buyrulmuştur. Diğer bir ayette de: 'Eğer bir ka­dın, kocasının uzaklaşmasından yahut yüz çevirmesinden endişe ederse sulh ile aralarını düzeltmekte ikisine de vebal yoktur. Sulh daha hayırlıdır..." (Nisa, a: 128) denilir.
Hz. Muhammed (S.A.V.) de: “Müslümanlar arasında her türlü sulh caizdir. Ancak haramı helâl, helâli da haram yapan sulh caiz değildir" (Tirmizi) der. Hz. Ömer (R.A.) de: "Sulh ol­maları için hasımları geri çevirin" demişti. Sulh olmak ihtiyaç yüzünden meşru olmuştur.
Musalih: Sulh yapan kimse.
Musalehun aleyh: Sulh bedeli.
Musalehun anh: iddia olunan şey.
İbra: Bir kimseyi davadan ve bir haktan beri kılmak, hakkında davacı olmamak.
(8).  Fakat mal sahibi bir şey verirse güzel olur.
Âbık: Efendisinden bir korkusu ve zor işlere sevk edilme düşüncesi olmadan sırf arzusuna uyup kaçan köledir.
(9).  Mefkûd: Yok olmuş demektir. Fıkıhta da yok olmak, kaybolmak demek­tir.
Hukuk tabiri olarak mefkûd: Memleketinden ve ailesinden kaybolup gi­den veya düşman tarafından esir alınan, yaşayıp yaşamadığı ve yeri bilinmeyen kimsedir.
Kayyum: Mefkûdun mallarını korumak, insanlardaki alacakla­rını almak ve mallarında usulü dairesinde tasarruf etmek için hâkim tarafından tayin edilen kimsedir.
Maktül: Öldürülmüş, öldürülen.

[10]. Vaki; lügâtte,  hapsetmek manasınadır. Mevkıf (hasımların bulundurulduğu yer) kelimesi de buradan gelir. Çünkü insanlar orada durdurulurlar. Yani hesap için hapsedilirler.

İstilahda vakf: İmam Ebû Hanife'ye göre: "Bir malın kendisi sahibinin mülkü hükmünde kalmak üzere sağladığı faydanın belli bir gaye ve yöne tahsis edilmesidir."
Vâkıf: Malını vakfeden kimse:
Mevkuf / Vakf: Vakfedilen mal. Bunun çoğulu evkaf gelir.

 (11) Mütevelli: Vakfın işlerini, kanunlara ve vakfın şartlarına göre yürütmek için tayin edilmiş kimsedir. Buna Kayyım de denilir. İki çeşit mütevelli vardır: Birisi, vakfın şartnamesinde gösterilen mütevellidir. Öteki de, mütevellisi (yöneticisi) olmayan bir vakfa hâkim tarafından tayin edilen mütevellidir.
(12) Hibe: Bir şeyin karşılıksız olarak bağışlanmasıdır. Kur'an'da Allah (CC):  "O, kime dilerse ona kız  bağışlar, kime dilerse ona erkek bağışlar" (eş-Şuraa, a: 49) buyurur.
İttihab: Hediye (hibe)’yi kabul etmek demektir. Bunun için hediyeyi kabz etmek şarttır. Çünkü bağış, vermek ve teslim etmekle tamamlanır. Bağışta bulunmak, mendüp ve övülen, sevilen bir iştir. Hediyeyi, bağışı kabul etmek sünnettir. Hz. Peygamber,  kölenin hediye­sini de kabul etmişti. Bir sözlerinde: "Bana yemek hediye edilse kabul ederim. Paça ziyafetine çağrılsam giderim."
Şu ayette,  davete uymanın lüzumuna işaret eder: "Aldığınız kadınların mehirlerini güzelce verin. Eğer ondan birazını kendileri gö­nül hoşluğu ile size bağışlarsa  onu da içinize sine sine yeyin." (Nisa,  4).
Vâhib: Hibe eden.                               
Mevhüb: Hibe edilen mal. Buna hediye de denilir.
Mevhübün leh: Kendisine bağış yapılan.
Sadaka: Fakire bağış olarak verilen maldır.
Umra:   Bir kimsenin mülkünü bir kimseye "Ömrüm oldukça veya senin ömrün oldukça sana i'ta ettim, ölsen yine benim olsun" demesi.
İta Etme: Verme, ödeme.
(13)   A'riyeh: Teavur kelimesinden türemiştir, tedavül ve nöbetleşe devr anlamını taşır, insanlar ödünç malı dolaştırıp elden ele alıp verdikleri için bu akıt "el-â'riyeh" ismini almıştır
İare Müstehaptır. Ödünç almaya insanların ihtiyacı olduğundan, ödünç vermek teşvik edilir.
Kuran:  “İyilik etmek fenalıktan sakınmak hususunda bir birinizle yardımlaşın. Günâh işlemek ve haddi aşmak üzerinde yardımlaşmayın.” (Mâide- 2) demekle insanları bu yola teşvik eder.
Hz. Muhammed (S.A.V.) de: "Müslüman, kardeşine yardım ettiği müddetçe Allah Teâlâ da ona olan yardımını devam ettirir."
Kur'an, iyilik yapmaya engel olanları kötüler:  "En ufak yardıma dahi engel olurlar”.  (El-Maun: 7) Yanî; onlar, kazan, balta ve bunlara benzer şeyleri (ödünç olarak verilmesî adet olan şeyleri) ödünç vermekten sakındırırlar’,  diyerek kötüler.
Hz. Muhammed (S.A.V.) "Ödünç, sahibine iade edilecektir." Buyururlar. Hz. Peygamber, Safvan adlı birisinden zırh ödünç almışlardı.
Temlîk: Bir malı birisine mülk olarak vermek. Bu da iki çeşittir:  a) Bir be­del karşılığında, b) Bedelsiz.
Mal iki çeşit yolla gelir: 1- Aliş-veriş, 2- Hediye yolu ile.
Menfaatlar da iki çeşit yoldan sağlanır: a) Eşyayı kiralamakla, b)Ödünç almakla.
Mu'îr: Ödünç veren.
Müste'îr: Ödünç alan.
Müstear: Ödünç alınan mal.
Rukbâ:    Muntazır olmak, beklemek.
Muntazır:     Bekleyen, gözleyen.
İare:  Eğreti, ödünç.  
  [14]. Ziraat için, hasat zamanı beklenir. Çünkü bunun arazide kalma süresi az­dır. Fakat ev ve ağaç böyle değildir, bunların sonu yoktur. Arazisini ödünç ve­renin zararını gidermek için bunları sökmek gerekir.
 (15) Gasp:  Zorla, zulüm olarak başkasına ait olan bir şeyi almaktır. Kur'an'da: "Gemiye gelince o denizde iş yapan yoksullarındı. Ben onu kusurlu yapmak istedim ki, arkalarında her (sağlam) gemiyi zorla almakta olan bir hükümdar vardı" (Kehf, a: 79) denilir. Ayette geçen "gasp" kelimesi zorla, zulüm olarak manasına gelir. Gasp her şeyde kullanılır. Meselâ: Onun çocuğunu, ailesini gasp ettim denilir.
Bir ayette de şöyle denilir: "Birbirinizin mallarınızı haram sebep­lerle yemeyin. Meğer ki (o mallar) sizden karşılıklı bir rızadan (do­ğan) bir ticaret malı ola. Kendilerinizi öldürmedin. Şüphe yok ki Al­lah sizi çok esirgeyicidir" (Nisa, a: 29). Çünkü Müslüman’ın malının haramlığı, kanının haram olması gibidir.
Hz. Muhammed (SAV) de: "Her Müslüman’ın kanı, namusu ve ma­lı diğer Müslüman’a haramdır" (îbni Mâce,  Tirmizî) der.
Gasıp: Başkasının malını onun izni olmadan ve zorla alan kimsedir.
Mağsûb: Başkasından haksız yere ve alenen alınan maldır.
Mağsûbun Minh: Elinde veya tasarrufunda bulunan bir malı başkası tarafından zor kullanılarak açıkça alınan kimse. (Malı alınan kimse.)
 [16]. Unu su ile karıştırır ve bir tava içinde helva gibi pişirirler. Buna kavut denilir ki, Arapçası "sevîk"dır.
[17]. Şafiî, Malikî ve Hanbelî Mezhepleri bu görüşe iştirak etmezler. (Bak. Ö. N. Bil­men,)
 (18)          İhya':  Onarmak, araziyi ziraata elverişli hale getirmek.
(19)          Arazi-i Mevât  (Ölü arazi): İslâm ülkesinde birisinin mülkü veya vakfı olmayan ve bir kasabanın veya bir köyün merası, baltalığı ve mezarlığı olmayan, iskân edilmiş bölgeden uzak bulunan yerlerdir.
(20)          Harını: Bir şeyin çevresinde bulunan saha ki, o şeyin hukuku ve ayrıl­maz bir bütünü kabilindendir. Bu yerde sahibinden başkasının tasarrufu ha­ramdır.
 [19]. 40 ziranın 25-30 metre olduğu F. Yavuz'un, İslâm Fıkhı ve Hukuku adlı eserinin 263. sahifesine istinaden yazılmıştır. Nitekim aynı yerde 500 zira'in da 300-350 metre olduğu kaydedilir.
[20]. Hakk-ı Şirb: Ekin ve hayvan sulamak için sudan faydalanma nöbetine hakkı olmak.
Hakk-ı Şefe: İnsanların ve hayvanların bir sudan alıp içmeğe olan hak­ları.
Hakk-ı Mecra (Hakk-ı Mesîl): Bir yerden suyu akıtmak, arkı geçir­mek yetkisine sahip olmak.
 (21)Havadan ve güneşten faydalanmakta olduğu gibi denizden de faydalanmak isteyen kimse bu isteğinden men edilemez.
[22] Büyük nehirlerin durumu bu hükmün dışındadır.
[23] Müzaraa: Ziraat kelimesinden gelen bir mastardır. Ziraat: Ekin ve çift­çilik demektir. Ziraat ortaklığına Haybei kelimesinden alınma "Muhabara" da denilir. Hz. Muhammed (S.A.V.) Hayber arazisini ortaklığa vermişti. Bun­dan dolayı Müzaraa, Muhabara adını almıştı. Ayrıca "el-Haklu = tarla) keli­mesinden türetilerek "Muhâkale" de derler.
Müzaraa, bir ziraat ortaklığıdır ki, birisi arazisini, diğeri amelini (işini) ortaya koyar. Mahsul aralarında bölüştürülür.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder